ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 13 –
14 Nisan 2001
Dallarca kiraz çiçeğinin aklığı üzerlerinize olsun. “Soldum, solacağım…” diyen yaban sıklamenlerinin görevlerini tamamlama esenliği ve kır menekşelerindeki mor-yeşil uyumunun görkemi, dileriz, ağar yüreklerinize.
Geçenlerde, pazar alışverişi için değil de kasabadaki kimi işleri çözümlemek üzere, hafta içinde indik yamaçtan. Uğradığımız her esnaf ve yaz-çizci (bürokrat), birer tutumbilimci (ekonomist), birer toplumbilimci (sosyolog) kesilmişti sıfır noktasına yakın bir yerlerdeki alışverişlerden ötürü. Kimi esnaf, olan bitenlere, hükümet değişikliğiyle, işlerin düzeleceğini savlayacak denli yüzeysel bakmaktayken, kimi, biraz daha derinlemesine irdeliyordu açmazı: “Belayı, şu IMF sardı başımıza.” Ne var ki, dizgenin sıfırı tüketiş nedenlerini tartışanlar arasında, gerekçeleri değil elli, on ya da yirmi yıl gerilerde arayan bile yoktu.
Bu ülkeye, usaşımsal (mucizevi) bir biçimde sunulan bir devlet adamı, taa bindokuzyüzyirmilerde “Bağımsızlık benim kişiliğimdir.” derken, bunun bizler için de böyle olması gerektiğini vurgulamaya çabalarken, gerçekte, olası tehlikenin ne olduğunu da göstermemiş miydi? O yıllarda seksen kuruş falan eden doları, birmilyonbeşyüzbin kez daha değerli kılışın tohumları, ellilerde atılmaya başlanmamış mıydı? Hep, çağdışıcılık yandaşı partilere oy veren esnaf kesimimizde, sendikalaşmaya, neredeyse işverenler denli soğuk yaklaşan, ya da genellikle tutucu sendikalara üye olan işçilerimizde, dünya görüşlerini bin yıldır gözden geçirmeyen köylülerimizde değil de salt politikacılarda mıydı tüm suç gerçekte? Elli yıldır süregelen yanlış yeğleyişlerimizle ve hep birlikte yaratmıştık işte bu ülkeyi ve onun gerçeklerini! “Ben ‘kaymak’ tabakanın varlıksal koşullarına erişebileyim de, başkası ne halt ederse etsin.” anlayışı, beyin kıvrımlarımız arasında en geniş yeri sağlamıştı kendisine şu son yirmi, otuz yıldır. “Altta kalanın canı çıksın.” deyip durmaz mıydın sen ey esnaf kardeşim, işini kurduğun günlerden beri? Bizler, küreselleşen dünyada yerimizi aldık, sen altta kaldın, tekelci anamalcılık senin üstüne yıkıldı ve canın da çıktı işte; ruhuna fatiha! Altmışlı yıllardan beri “Amerika’ya hayır.” diyegeldikleri için polislerce coplanan gençleri sizler de taşlayıp durmamış mıydınız? Sizlerin geleceği adına haykırıyordu onlar sokaklarda. “Yankee go home!” diyen gençlere öfke kusan sizler, duyduk ki, “İMF’ye hayır!” diye bağıra çağıra sokaklara dökülmüşsünüz. Hayırlı olsun! Gerçi bu ülke aydınıyla aranızda yaklaşık kırk yıllık bir uzaklık var ama bir yerlerden de başlamanız gerekiyordu artık.
Ne toplumbilimci buncağız, ne tutumbilimci ne de politikacı. Yerkürede olup bitenleri, on-onbeş gün sonra duymaktayız buralarda; ama körlerin bile görmesi gereken bir gerçeği, iliklerimize değin duyumsuyoruz taa dağ başlarında: Uluslararası sömürü odaklarının ülkemiz üzerine tasarladıkları oyunun son perdesi başladı şu günlerde: Hiçbir ürüne taban fiyat vermeyen hükümetler… Yoksullaşmanın ötesine varacak, dilencileşecek olan çiftçi… İyice tıkanması sağlanagelecek koşullardan ötürü, işlerinden edilecek işçiler… Köylerden kentlere göçlerin hızlanması, genişlemesi… Seksen dolar dolaylarındaki en az işçilik ücretinin, böylece, elli, altmış dolara düşmesi! HERİFLER GÖZ GÖRE GÖRE YENİ BİR TAYVAN YARATIYOR AVRUPA-RUSYA-ORTADOĞU ÜÇGENİNDE. Kendi işçisine iki, üç günlük çalışması karşılığında verdiği denli bir ücretle bu ülkede insanları bir ay boyunca çalıştırabilecekler yakında! Ülkesindeki fabrikalara işçi taşımaktansa, işçinin yığılıp kaldığı bir ülkeye fabrikalar taşıyacaklar, derme, çatma! Artık şekerini, tütününü, buğdayını, sebzesini bile üretmez bir duruma getirecekleri insanlarımızın ellerine tutuşturacakları altmış, yetmiş doları, gerisin geri almamazlık da etmeyecekler üstelik: Şeker satacaklar ona, rakı, sigara, un satacaklar. Bir de boş ve kof umut satacaklar akcamlar (televizyonlar) aracılığıyla ‘benim işçim’e, ‘benim köylüm’e!
Bir enfes kaymaklı kadayıf ki, yeme de yanında yat!
3 Nisan 2001 tarihli mektubumuzda geçen fıkralardan birini kimden duyduğumuzu yazmış, sevgili Abbas Sayar’ın adını anıp, tinine sevgi erklerimizi göndermişiz de, aktardığımız diğer fıkrayı, ‘Tanrı ve Temel’ fıkrasını, gömütünde bülbüller ötesi Abdülbakî Gölpınarlı’dan dinlemiş olduğumuzu belirtmemişiz. Oysa, gerek gizemciliğin İslamcı boyutunu Türkçe’ye kazandırmasından, gerekse kısa süreli de olsa söyleşilerinden ötürü borçludur buncağız ona bol mu bolca; anılması gerekirdi. Gölpınarlı Usta’nın anlattığı o fıkra, inanılır gibi değil belki ama, buncağızın Tanrı’ya yak(ın)laşmasını sağlayan beş, on önemli olaydan biridir gerçekte. Yadsıyışlar, onaylayışlar, benimseyişler, yoksayışlar, seviş ya da öfkelenişler gerçekte pek de umurunda olmadığına/olmayacağına göre Tanrı’nın (ya da ikinci kişilerin), o duygulardan, düşüncelerden ötürü kazançlı ya da yitirimli çıkacak olanlar meğer bizlermişiz yahu! Seksenli yıllarda Hiççilik’e (Nihilizm’e) ilgi duyan bu adam, işte o fıkrayı aktaran Abdülbakî Gölpınarlı’nın darbesiyle, kavramlarını yeniden gözden geçirme zorunluluğu duymaya başlar olmuştu. Diyojen ve Platon’la önceki yıllarda tanışmaktan ötürü, varoluşa ilişkin sorular yumak yumak yanıt beklemekteydi zaten. Sonra, Zen Budacılar, derin odaklanıma (meditasyona) yönelişler. Bir gün, bir İzmir Otogarı akşamında, meyve kasaları üstünde bağıra, bağıra görüş açıklamakta olan yaşlı adam: “Hiçbir şeyden, hiç kimseden korkmayın! Allah’tan bile korkmayın!”
Hacı sakallı, takkeli ve yaşlı biri, nasıl olurdu da Allah’tan korkulmamasını, üstelik de bağıra çağıra önerebilirdi? Buncağızın Tanrı’yı tanımaktan uzak oluşunun önemli nedenlerinden biri de yetiştiği o tutucu Anadolu kentinde insanların hep ve hep Tanrı korkusu ile yoksullaşışları değil miydi?
Koca garajda koşuşturup duranlar arasında, yaşlı adama kulak veren var mıydı ki buncağızdan gayrı? Onun görevi de, yalnızca, buncağızın kafasına yeni bir kaya daha fırlatmak mıydı yoksa? “Allah’tan da korkmayın.” sözlerine şunu ekledi yaşlı adam: “O nur yüzlünün neresinden korkulur?” Ancak ve ancak, sözünü ettiğini görebilmiş olan biri, bu denli inanarak sav yürütebilirdi! Oradan hızla uzaklaşmaktayken, Tanrı’ya da hızla yakınlaşmakta olduğunu ayrımsadı bu yoksul. Hızla uzaklaştık; çünkü daha çoğunu dinlemeye dermanımız kalmamıştı ne yazık ki.
Derken, Makedonya… Kriva Palanka Manastırı’nda, bir dağın doruğunda, artık kasabadaki Kültür Merkezi’nin konukevi olarak kullanılan o yapıda geçen bir hafta… “Bütün dünya evimiz Safai.” diyen yalvaç huylu o Arnavut genç; Necat Alii… Sonra Mesnevî, Tezkiret-ül Evlîya, Fih-i Mafih… Sonra, ince eleyip sık dokumalarla geçen, özeleştiri, gözlem, sorgulama dolu günler, aylar, yıllar…
Söz eleştiriye gelip de dayanınca, bir konuya açıklık kazandırmakta da yarar gördük. Bir dostun, telefonda, Safai’nin başkalarını eleştirmeye yandaş oluşunun ne denli hak sayılması gerektiğini sorması, yazdıklarımızın kimileyin nasıl da yanlış anlaşıldığını ayrımsamamıza neden oldu. Oysa 3 Nisan 2001 tarihli mektubumuzda, yaşama, insanlara ve kendimize ‘eleştirel bir gözle bakmak’tan söz etmekteydik, ‘köşe kadısı gibi, onu, bunu eleştirip durmaktan değil ki!
Kişinin yetkinleşebilmesi için, kaçınılmazdır eleştirel bir bakış açısı edinmek. Yeğleyişlerini, gerçeklerini, hedeflerini gözden geçirmeyenler, nasıl olur da iki adım öteye gidebilirler başka türlü? Kuşkusuz, her ve herkesin benzer bir yaşam biçemi edinmesi gerektiğini falan savlamıyoruz; ancak, ‘yarının yeni bir gün olabilmesi’ için, kaçınılmazdır bu yöntem!
Başkalarını eleştirmeye gelince:
Kimin umurunda ki, uyarılara, önerilere kapalı olanlar? Birileri, içtenlikle, “Beni eleştirir misin?” demedikçe, kendi kendini zehirlemekteyse bile açıp ağzımızı söz üretmekten kaçınırız. Bu kaçınış, öylelerini kırmaktan çekindiğimiz için falan da değildir gerçekte; ‘söze yazık etmemek için’dir, Celaleddîn-î Rûmî’nin deyimiyle.
‘Martı Jonathan’dan Yünatanmartı’ya’ adlı betiğimizin ikinci basısı da, şu günlerde İyi Adam Yayınevi tarafından yayımlanarak betikçilere dağıtılmaya başladı, efendim.
Son torunların adlarını yazmamıştık değil mi? İkiz Tahirovalar’dan kızın adı Menşure, oğlanınki Titrek. Üvey’in yavrusu nazlı bir kız ve adı Kumru. Kumru ve Menşure isimleri, güzel bir dostun kızlarından ödünç alındı. Titrek’se, doğumundan sonra tir tir titreyip durmasından ötürü hak etti o adı. “Adlarını biz koyduk, yaşlarını Allah koysun.” deyip, söze nokta koyalım gayrı. Lalelerin dipleri çapalanacak daha; bonsailere su verilecek.
Esenlik dilekleriyle,
SAFAİ