ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 21 –
28 Ekim 2001
Yine bir yerleri kanamaktayken yeryüzünün, sıcacık ve akça, pakça bir merhaba yitirir mi olanca anlamını, yoksa daha mı anlam kazanır, gerekli olur?
“Gerekli olur.” diyenlere merhaba öyleyse.
Azrail’in orağı, ‘gök ekinler’ biçmeye, bu kez de Afganistan’da, silah tüccarlarının elleri arasında başladı bile! Bilinmez bu karanlık tezgâhın kaç yıl sonra aydınlanacağı; ne var ki, ikiz kulelere karşı girişilen o saldırıya ABD kökenli güçlerin öncülük ettiği, bir gün çıkacaktır ortaya kuşkusuz.
Bizler, Ademoğulları, Havvakızları, silah tüccarlarının işbirlikçisi yanlarımızı, kin ve öfkelerle hayvanlaşan ilkel benliklerimizi, intikam özlemlerine köle olmaya her ân hazır bekleyen Şeytansı damarlarımızı tek, tek, en son bireye değin alt edemediğimiz sürece, babasız koymayı sürdüreceğizdir ‘Afganlı bebe’lik boyutumuzu.
Söylenmek isteneni biraz daha açacak olursak, hem o kıyım tasarılarının altına imzalar atanlarız bizler, hem de o imzalardan ötürü kan ve et yığınlarına dönüşenler! Ne zaman ki özdeğe (maddeye) tapan fiziksel, egemenliğe sevdalı, benodakçılığa yandaş boyutumuzu dizginleyebilir, tasmalayabilir, alt edebilirsek, işte o zaman, içimizde zaten ve zaten varolan Tanrısal kimliklerimizin, meleksi niteliklerimizin egemenliği kurulacaktır.
“Hitlercilik de barınmakta bizlerde, Gandisel nitelikler de. İnsanı, kurşunlarına, bombalarına hedef edinenlerle hedef sayılan, edilen insan, her ve her niteliğiyle aynı! Her bir bombayla hepimiz, eksiksiz hepimiz acıya boğuluyor, sakat kalıyor, ölüyoruz.” diyebildiğimiz gün, kendi doğumlarımızı gerçekleştirmeye başlamış olacağızdır. Uluslar, “En büyük asker, bizim asker!” diye höykürmekten cayıp da, “Bizler, en içtenlikli barışseverleriz.” demeyi asal ilke edinmedikleri sürece, hep kanayacak bir yanımız. Ha ABD’de çalışma masasının başındayken darmadağın olan beynimiz kanamış, ha Afganistan’da, dağlarda, kopan kolumuz, bacağımız; ne değişir?
“Ben ne iş yapayım?” diyor buralara beş, altı yıl önce öylesine uğrayıp, geçenlerde yeniden gelen bir genç.
“Bitişik tarladaki anızları tırmıkla istersen…”diyoruz; “…Yere yatmış, kökünü boşlamış olanlar yarar işimize kışın; koyunların besin gereksinimini karşılarız onlarla. Başlarını inatla yukarılarda tutanları, köklerine sıkı sıkıya bağlı kalmışları boşver. Ya zamanla ezilir, ikinci tırmıklanışlarında yararlı nesnelere dönüşürler, ya da, sürülecek olan toprağa karışır, çürür giderler.”
“Aldım dersimi.” diyor eli tırmıklı genç.
Keşke!
On gündür, bağrına burgu vuruyoruz toprağın. Burgu, yerkürenin canını acıtıyordur kaygısıyla, canımız acıyor ucu sivri demir aşağılara doğru indikçe.
Yaz boyunca, kuraklıktan ve suyun yetersizliğinden ötürü gereğince sulayamadığımız yoncalar solup sararırken de acımıştı canımız.
Can, acıdıkça mı ‘can’lanıyor, ‘can’laşıyor, ne?
Nice zaman önce, sergilerimizden birinde tanışılan, hani “Senin oralara gelmek kolay mı sanırsın.” demiş idiyse de buraları sonunda soluyabilen, korkusunu, kendisiyle yüzleşme kaygılarını alt ede ede geri dönmüş olan dost, bir kez daha uğruyor Esenliktepe’ye birkaç günlüğüne.
Akşam saatleri…
Koyuncukları gütmekteyiz birlikte.
“Kurt var mı buralarda?” diyor.
“Yok; ama buralarda olmasa da bizlerin ta yüreğinde var kurtlar, çakallar. Becerikli çoban, yüreğinde yayılan kuzucuklarını, kurtlarına kaptırmadan, her ve her gece ağıllarına götürebilendir.”
Gülümsüyor; hava kararmış da olsa ayrımsıyoruz bunu.
Gelenlerle gidenler aynı olmadığı sürece ne söze acıyageliyor insan, ne “Zaman boşa geçti!” diye hayıflanıyor.
Derken, birkaç aydır telefonla sık, sık görüşülmüş bir başka gönül yoldaşı daha… Kendini tanıma girişimine daha yeni yeni kalkışmakta olan bir başka cana barınaklık ediyor Esenliktepe bu kez de.
“Buralarda kalmak var…” diyor, gelişinin ikinci gününde.
“Kentlerde üstlenmen gereken önemli bir görevin var. Anlatılanları, yaşadıklarını sindirebilmen açısından da yararlı gitmen zaten.”
“Dün akşam, koyunlarla birlikte gezinirken, onların tüm yediklerini ilkin işkembelerine doldurduklarını, sindiriminse, ağıllarına döndüklerinde başladığını anlatmıştın; yoksa sözü bu konuya mı getirmek istemiştin?”
“Tam tamına öyle!”
Nasıl da hazır yıllardır bileyegeldiği benlik kılıcını kesip atmaya! Duydukları, gördükleri, yaşadıkları, o darmadağınık tinsel yap-bozundaki doğru boşluklara bir, bir yerleşiyor gayrı.
“Kaplan gelmiştim, kedi dönüyorum.” diyorsa da yolcu ettiğimiz dakikalarda, buncağız, onun, önüsıra yabanıl bir köpeğiyle gelip, o köpeği, ağzı bağlı, kuyruğu bacakları arasında, başı düşük bir kuzucuk olarak geri götürdüğünü; dinginliğinin, esenliğinin işte bu nedenden kaynaklandığını ayrımsıyor.
Cihadı kutlu ola!
(Ürkütmesin cihad sözcüğünü kullanışımız sizleri; gizemcilerin sözlüğünde, ‘ben’liğe karşı yürütülen savaşa verilen addır cihad.)
Söz köpekten açılmışken, ağıldaki köpeğine de değiniversin iyisi mi buncağız:
Siz hiç meleyen bir köpek gördünüz mü? Kuzu postuna sarılı bir köpeğe tanık olmuş birileri var mı hiç aranızda?
Orta boy bir köpecik yükseklik ve ağırlığında bir kuzucuk var ağılımızda. 19 Mayıs’ta doğduğu için adını Bayram koyduğumuz o kuzucuk, bir türlü kesilmeyen ishaliyle, uzunca bir süre uğraştırdı bizleri. Yaşaması, eğer sıradan bir sürüde doğmuş olsaydı, olanaksızdı. Aylar boyu süregiden sayrılığı özellikle Hülya’nın özen ve sevgisiyle alt edildiyse de, büyümez oldu Bayram; bağırsaklarındaki emici doku katmanları pürüzlülüğünü yitirdiğinden, yedikleri, ona yeterince yarar sağlamıyordu. Şimdilerde, sanki genleriyle oynanarak türetilmiş bir tokluyu andırmakta adam! Boynuzları bile çıkmaya başladı bizim onüç, onbeş kilo çeken koç(!)un…
Bilinmez, minikliğinden ötürü bizlerin kollamasına daha çok gereksinim duymasından mı, yoksa kendisine, diğerlerinden daha bolca emek harcanageldiğini ayrımsamasından ve bizlere karşı gönül borcu duymasından mı neden, hiç ayrılmıyor yanımızdan, yöremizden Bayram akşamları sürüyle birlikte dolaşılmaktayken. Diğerleri gibi dallara falan yetişememesi, yaprakları bizim koparmamıza ve önüne tutmamıza, oncağızı avcumuzdaki besinlerle doyurmamıza neden oluyor açık alanlarda gezinirken.
Bayram, bir yavru köpek denli şımarık, sevilmeye yatkın, efe mi efe ve bizleri diğerlerine göre daha çok iyelenen bir ‘it-kuzu’ oldu sonunda sözün özü. Durumu, bir Zen öyküsünü anımsatıyor buncağıza:
Su adında bir kambur vardı. çenesi göbeğine dokunur, omuzları başının üstünde durur, saç düğümü gökyüzüne bakardı. İç organları altüst, kaba etleri, kaburgalarının bulunması gereken yerdeydi. Zorunlu askerlik için yapılan çağrıları, kalabalığın arasında, umursamaksızın dinler, kamu görevliliği yükümlülüğü sıralamalarında adı bile geçmezdi. Oysa dikiş dikebilir, çamaşır yıkayabilir, ya da pirinç eleyerek on kişilik bir aileyi geçindirecek denli para kazanabilirdi. Ne var ki, yardım dağıtımlarında, üç kap tahılı, on bağ odunu fazladan verirlerdi ona.
Biçimsel bir ayrılık bile, kişiye bu denli korunma olanağı sağlamakta olduğuna göre, tinsel ya da kimliksel ayrılıklar, kim bilir, neylesi olanaklar sağlar.
(İncil’in Zen Gözüyle İrdelenişi isimli, Robert Sohl, Audrey Carr derlemesi olan, Pencereönü Yayınları’nca yayınlanmış betikten alındı bu öykü.)
Esen kalasınız,
SAFAİ