ASLIYOK KÖYÜ’NDEN MEKTUPLAR
– 2 –
10.Ocak.2001
İyi günler efendim,
Pek mi damdan düşer gibi oldu ilk mektup?
Yazılmakta olanları ve yazılacakları okuyacaklar için, ilkin, kim olduğumuz konusuna açıklık getirmek mi gerekiyordu? Tamam öyleyse; öncelikle bu konuya odaklayalım kalemimizi. Ne var ki, birilerinin bunu nasıl becerebileceğimize ilişkin bir, iki tüyo vermesi gerekiyor.
Doğduğumuz yılı, yeri falan yazmakla, üstesinden gelmiş olur muyuz kendimizi tanıtmaya
kalkışmanın? Yarayacak mı işinize, bitirdiğimiz okulların sıralanması? Kaç betiğimizin (kitabımızın) yayımlandığını, kaçının şimdilik dosya olarak beklediğini, kaç kişisel boyama sergimizin açıldığını öğrenmeniz, bu yoksulu tanıyabilmenize yardımcı olacak mı?
“Evet, evet.” diyenlere, birilerini tanımanın bu denli kolayca gerçekleşeceğini umanlara, söylenecek tek bir sözcük var dağarcığımızda:
“Pess!”
Eee; ne yapmalı öyleyse?
‘Benn’le başlayan tümcelerin dizimlendiği, ucuz soba yaldızları denli gelgeç pırıltılar saçan bir özgeçmiş üzerinde mi kafa patlatmalı? Yoksa, “Kişi, kendini tanıtmaya kalkıştığı ânda, anlatacakları öznelleşecektir.” deyip son elli altmış yılın ‘nesnellik’ modasına uyarak böylesi bir çabayı, daha başlamadan boşlamalı mı?
Hoş bir düşünce geldi usuna buncağızın: Bu mektubu okumakta olanlar arasında Safai’yi şu ya da bu zamanda ‘tanımış’ kişiler vardır mutlaka. Haydi, onlarla birlikte bir ‘ilk’e imza atalım: Onlar tanımlasın Safai’yi. Dilerlerse, saklı kalsın isimleri; yayınlanmasın. Yazacaklarını hiç değiştirmeksizin yayınlama güvencesi versin onlara buncağız. Üstelik, her ne derlerse, “Yazılanlar doğrudur.” diyeceğiz; söz. Usumuza öylesine geliveren kimi ‘Safai’ tanımlamalarıyla, hem bugünkü mektubu tamamlayalım hem de yukarıda anılan öneriye sıcak bakacak kişilerin kalemlerinin önünü açmış olalım. En sona da buncağızdan bir özün (şiir) ekleriz.
Fakirhanemizin alt başındaki köyde yaşam sürdüren köylüler, daha kerpiç kesmeye başladığımız günlerde ‘töröris’ olduğumuz yargısında görüş birliğine varmışlardı. Kısa bir süre sonra, aralarında ikilik çıkıverdi. Küçük bir azınlık, kentlere, kıyısından bucağından bulaşmış olan üç, beş kişilik bir ‘uyanıklar’ kümesi, yeni erbililerde (kehanetlerde) bulunmaya başladı:
“ ‘Töröris’ olur muu; o adam sivil poliis!”
Öyle ya; madem köy halkı Tahtacı’ydı; onları gizlice gözlemlemek için, bir polis görevlendirmeliydi ‘dövlet’. Zaten, çiftçilikle falan geçinmeyecek birinin, köyde işi neydi?
Sonraları, bol Türk filmi izleyegelmiş bir başka kümenin savları, tekdüze akşamlarını renklendirir oldu köylülerin:
“ ‘Gan’ davasından ‘gaçmış’ gelmiş buralara!”
Gel zaman, git zaman, eski savlar, yargılar tavsayıp unutuldu. Buncağıza ilgi duyan kimi gençler çıkmaya başladı ortalığa. Köylüler bu kez de, o gençleri büyülediğimizi, bir büyücü olduğumuzu öne sürmeye kalkar oldular söz bizden açıldıkça. Ancak, tümü de büyüye, büyücüye inanacak denli ‘eski gafalı’ değildi kuşkusuz; aralarında, öğretmenlik ‘mertebesine’ değin yükselmiş olanlar vardı ki öyleleri daha bir ‘bilimsel’ yaklaşımlarda bulunup, görkemli ‘keşifler’e imza atmaktaydılar:
“Bu adam, gençleri hipnotize ediyor.”
Hipnotizmacı olduğumuzu savlayan bu ‘bilimsel’ci küme içinde şimdilerde düşünce ayrılıkları ortaya çıktığı, birkaçının harıl harıl ansiklopediler falan karıştırdığı gelmekte kulağımıza.
Köyün değerli ‘aydın!’larını ‘fikrî’ ayrılıklara ‘sevk eyleyen’ gerekçeyi pek mi merak ettiniz?
Efendim; bu köy kökenli bir genç, ikibuçuk yıl boyunca ekim, dikim yaptı, koyun falan güttü buralarda buncağızla birlikte. Yaban ellerde isçilikten bıkmıştı, Tanrı’yı arıyordu, kendini, varoluş nedenini arıyordu. Birilerinin ikibuçuk yıl boyunca hipnozda kalması (!), işte o ‘bilimsel’ci küme içinde ‘enn bilimsel’ araştırmalara yönelmeye karar veren bir alt kümenin daha oluşmasına ve hipnozların bu denli uzun sürüp süremeyeceğinin araştırılmasına ortam hazırladı bir bakıma.
Geçen yıl, köyün bebelerine İngilizce ve boyama dersleri veregeldi buncağız her hafta ve haftanın üç günü. Çocuklarla, onları esrara alıştırmak için ilgilendiğimizi söyleyenler mi dersiniz, bedava ders vermemizin altında mutlaka bir çıkarımız olduğunu savlayanlar mi, ders vermenin hiç de önemli olmadığını, gerçekte kendilerinin de Almanca dersi verebileceğini savunan ilkokul çıkışlı ‘Alamancılar’ mı…
Haa; en son gelen bilgilere göre, köylüler yeniden bölünmüştü ikiye: Orta yaş kuşaktan olanlar çocukların ‘biynini’ yıkadığımızı savlamaktaymış. Yaşlılara göreyse, ‘biyinlerini’ değil de ‘gafalarını’ yıkamakmış asal amacı ders vermemizin. Bu yıl buncağız o yıkama ‘iş’ini ailelere devretti de kurtuldu ‘çamaşırcılık’tan.
Ah Fakir Baykurt, ah Mahmut Makal! Sizi köylü dalkavukları sizi!
Neyse; biraz daha geçmişe, kentlere, yedi, sekiz yıl gerilere dönelim bir yol:
Antalya’da, kuruculuğunu ve kundaklanana değin de yöneticiliğini yaptığımız Kaleiçi Sanatevi’nin içkilik (bar) bölümünde bir genç, zıkkımlanma sınırını aşıp, “Abi; senden nefret ediyorum.” demişti bir gece. Tabelâcılık yapardı; diploması olsa da boyamaları olmayan boyar (ressam) bir sevgilisi vardı; sanata ilgi falan duyması bundandı.
Bu denli açık sözlü davranmasından ötürü kendisini kutlayıp, “İyi, hoş da, neden?” demiştik ona.
“Çok başarılısın.”
O sıralar, ne boyarlığa bulaşmıştık oysa, ne de betiklerimiz yayımlanmaya başlamıştı. Övgüler olsun Tanrı’ya ki, şimdilerde karşılaşmıyoruz o gençle; kuşbaşı edip aç kurtların önüne atardı buncağızı billâhi!
(Kendilerince başarılı saydıkları için, buncağızdan nefret edegelen ne çok insan (!) tanıyoruz gerçekte. İlkin, herhangi birinin sanal başarılarını kıskanıp bunları başarmışlara karşı derin bir nefret geliştirir böyleleri. Sonra da başarıları kıskanacak denli aşağılıkça davranıyor olmaktan ötürü, kendilerinden nefret etmeye başlarlar…)
Söz, Kaleiçi Sanatevi’nden açılınca, bize ilişkin bir başka yaklaşımı Kültür Bakanlığı bürokratlarından birinin, o cânım yapı kundaklandıktan sonraki sözlerini anımsayıverdik:
“Gerek sen, gerek o kurum, değil salt Antalya için, bu ülke için bile lükstünüz kardeşim!”
(Bu yoksul, yıllarca yaşadığı kentleri boşlayıp Aslıyok Köyü’nün yamacına saptan, samandan bir kulübe koyduruverince; ülke halkı da ‘Safai’ lüksünden yoksun kaldı ne yazık ki. Eee, ne yapsındı bu lükse alışık halk; canlarına mı kıysınlardı? Onlar daa, son model Land Roverlar’ına binip, Afrikalar’da safarilere çıkmakla, Safai yoksunluğunu gidermeye girişir oldular!)
Kızları, ya da sevgilileri bize ilgi duyduğu için, bu yoksula ‘Rasputin’ adını uygun buluvermiş bir sürü amca ya da delikanlı da ‘mevcuttur’ efendim dağarcığımızda… Tanrı sonumuzu benzetmesin diye, bu adla anılıverdik mi, sağ kulak mememizi çeker, bir tahtaya üç kez tıklatırız elimiz işaret parmağının orta bölümünü. Bir de her yıl kırk Yasin falan okutuyoruz nazara gelmemek için; yaa!
Alın size bir başka takma isim daha, buncağız için ‘münasip’ görülen:
Karşı cinsten kişilerle sürdürülmekteyken, tavsayan ya da nitelik gelişimi yavaşlayan kimi ilişkileri ister istemez noktalamak zorunda kalagelmiş olmamızdan dolayı, hatuncuklar tarafından ‘Homongolos’luk ya da ‘Mavi Sakal’lıkla da suçlanmıştı buncağız bir zamanlar…
Rasputin ve Homongolos…
Rasputin ve Mavi Sakal…
(‘Ra, ra’larla beşleyen bir Rasputin ezgisi var mıydı bir zamanlar, ne?)
(Aynı herif için kendilerinin bir arada anıldığını duysalar, yukarıda adı geçen amcaların üçü de gömütlerinden dışarı fırlarlardı yemin olsun ki!)
Gelelim, en büyük çoğunluğu oluşturan kesimden – kentlerde yaşam sürdüren bölüm içindeki – insanlarımızın Safai tanımlamalarına:
Sözde aydın, lafta sanatçı bir böntellektüel (Bu sözcüğün her hakkı ‘mahfuz’dur!) küme var hani ülkemizde; iste onların indinde ya gizli bir tarikata üyeymişiz efendim, ya da yeni bir tarikat kurucusuymuşuz! Her sergi bildirgemizde, gizemcilikten dem vuruyoruz ya; illa, ellerinde ‘mevcut’ birkaç çerçeveden birine yerleştirecekler bu yoksulu da!
Şeriat yönetimine yatkın hamhalatların gözündeyse, biliyoruz ki, ‘zındık’, ‘mülhid’, ‘kâfir’iz…
‘Katlimiz vacip ve sevaptır’… ‘Haramsa da malımız, kanımız helâldir.’
(Türkiye’m, Türkiye’m, Cennet’iiim…)
(Bilge Rûmî’nin Mesnevi’sinde anılan bir öykü, ‘Körlerle Fil’ öyküsü vardır; her kör filin neresini ellerse o örgenine koşut bir tanım getirir file; işte öylesine içler acısı bir durum kardeşim!)
Yukarıda yazageldiklerinden hiçbiri, kuşkusuz, umurunda değil buncağızın. Hani sizler bu yoksulu tanımak istemiştiniz ya; yalnızca okurlara az da olsa yardım etmek geçti gönülden.
Sıra, buncağızı bütünüyle tanıyan – çünkü ‘kendi’lerini tanıyan – bir avuç dost için kaleme alınmış özüne, mektubun başında andığımız dizelere geldi:
onaltıkasımikibin
verin ellerinizi ey sevgililer
varalım uçup da doruklarına acunun
kanat kanada
esenlik
‘sen’liksiz isek eğer
zemheride çiçek açar
çuval çuval sunar nektarını
avuçlarımıza erinç
‘ben’liksizlik menzilini yol edinebilirsek eğer
verin ellerimizi
verin ey sevgililer
SAFAİ