Küme içinde ün salmıştı ödünsüzlüğüyle. Seçkinciydi, zor beğenenlerden,
kılı kırk yaranlardandı. Karşılarına çıkan her şeyden kişisel yarar
sağlamayı yaşam biçimi edinmişlerin bıkmaksızın eleştirdiği biriydi.
İlkeli ve kararlı davrandığı oranda, çevresindekilerin değersizlik duyguları
daha da artagelmiş, ona karşı oluşan tepkiler daha da yoğunlaşmıştı.
Onca eleştiriye karşın bir türlü onu ağız dalaşlarına, öfkelenmelere,
küskünlüklere yöneltemeyenler, kınayıcı, dahası aşağılayıcı tepkilere
kapılır olmuşlardı. Ne var ki, hiçbirini de umursamıyor, gülüp geçiyordu
işte.
Yaşı ilerledikçe, kimileyin beşer, onar, kimileyin teker teker ölüp
gittiklerine tanık oldu o kendini eleştirenlerin. Yapışkanlı kağıtlarda,
zehirli sıvılarla dolu tabaklarda, doyunmak için girdikleri kapalı
uzamlara sıkılan gazlardan ötürü pisi pisine can vermişti birçoğu. Tüm bu
olan bitenlere karşın, hiçbiri, diri kalabilmek için gerekli olan
öğretiyi edinemiyor, yitip gidiyordu onlarcası her hafta. Değil salt kendi
yaşıtları, ardılı olan beş kuşağın tüm bireyleri de çürüyüp darmadağın
olmuşlardı çoktan. Hızla ve bolca üreyip durmasalar, türleri bütün bütün
tarihe karışacaktı.
Öncekiler gibi, altıncı kuşaktan soydaş olanlar da, kendileri gibi
yaşamaya bir bakıma zorlamaktaydılar onu. Kümenin genel niteliklerini
benimsetmek için alttan alta didinmekten, onlar da geri kalmamaktaydı.
Türdeşlerinin yaşamsal yeğleyişleri onu kaygılandırmıyor değildi
gerçekte. Bir çiçeğin kapanmak üzere olan taçyaprakları içinde, ya da bir
ağacın sıcak kabuk katmanları arasında uykuya dalmadan öce, gerek kendini,
gerekse çevresinde olup bitenleri sorgulardı sürekli . Güzel, esenlik
dolu uzamlar varken, o ahırların, samanlıkların, evlerin, depoların
yeğlenmesine anlam veremiyordu. Yanlış, kendisinde miydi yoksa? Eğer öyle
olsaydı, kendi yaşıtlarının hiç değilse birkaçının yaşaması gerekmez
miydi şimdilerde? Bunu da mı göremiyorlardı? Ah bir kez olsun göze
alabilselerdi sınamayı… Çok değil, birkaç gün boşlayıverselerdi kapalı
uzamlarda barınmayı, artıklarla, atıklarla doyunmayı, soğuktan ya da
açlıktan ölmek üzereyken bile varırlar mıydı o beğene geldikleri yerlere bir
daha?
Bir başka eleştiriliş nedeni de cinsellik ve üreyiş konularındaki
katılığıydı. Gerek barınma, gerekse beslenme biçimlerini içine sindiremediği
türdeşlerinin cinsel yaşamları da çekici gelmiyordu ona pek.
Kümedeki dişiler, erişkinlik evresine nice zaman önce varmış bir
erkeğin kendileriyle ilgilenmeyişine us erdiremiyorlardı: Diğerlerinden çok
mu üstün olduğu sanısındaydı? Yüzlercesi arasında, beğenilesi bir tek
dişi de mi bulamamıştı? Yeryüzünde varoluş gerekçeleri, çoğalmaktan gayrı
neydi ki de uzak duruyordu o kendilerinden?
Günün sona ermesine yakın anlarda, bir ahır penceresi boşluğundan,
çatılardan birindeki delikten, ya da bir ev kapısının altından içerilere
girmeye çabalayan dişilerin çağrı dolu bakışlarına, istek uyandırıcı
çığlıklarına karşı direnebilmek, gerçekte pek de kolay değildi. Ancak, dört
duvar arasında konaklamayı bile göze almasına neden olacak, ya da
kendisiyle birlikte doğal bir ortamda sabahlayacak bir dişiyle
karşılaşmamıştı hiç.
İvecen bir badem ağacının ilkyaz ulağı çiçeklerinden birinde güneşin
batışını izlemekteyken konuverdi yanına. “Kanatlarında, böylesine bol
renk olan birini görmemiştim şimdiye değin.” diye düşündü bir an.
Karaçamlarla bezeli dağların ardına gitmeye hazırlanan güneş, olanca
kızıllığıyla ve binlerce parçaya bölünerek yanındaki diºinin gözlerinde
yansımaktaydı ışıl ışıl. Usuna, “Güneş, aydınlığını bu gözlerden alıyor
olmasın?” sorusu bile geldi kısacık bir süre için.
“Kümedeki herkes senden söz ediyor.” dedi tazecik dişi saygılı ve
çekingen bir ses tonuyla.
“Öyle mi?” sözcüklerinin döküldüğü ses tellerinde, olağan olmayan bir
coşku yakaladı erkek.
“Neden bizlerden uzak duruyorsun?”
“Böyle bir amacım ya da çabam yok ki! Bak; birbirimize yakınlaşıverdik
bile.”
“Hem seninle tanışmak için can atıyor, hem de çekiniyordum bundan.”
demekteyken, sağ kanadını da sanki rastlantısal, tasarlanmaksızın ve
öylesine bir dokunmaymış izlenimi oluşturmaya özellikle önem vererek erkek
sineğin yanağına değdirdi bir an dişi sinek. Altı bacağı birden zangır
zangır titremeye başladı erkeğin… Ortasına yakın bir yerlerde söyleşe
geldikleri badem çiçeğinin taç yapraklarından biri o titreşimle yerli
yerinden kopup, dallardan birinin üstüne kondu yavaşça. Bir an boºlukta
kalan dişi sinek, yaprağın kopuş hızıyla orantılı bir devinim
tutturamadan, kanatlarının çırpabilecek denli zaman bulamadan aşağı doğru
yuvarlanmaya başlayınca, yerinden fırlayan erkek, onu ön bacaklarıyla
kavrayıp havalanıverdi.
Güneş, son ışıltılarını saçmaktaydı ortalığa hovardaca. Kendine doğru
sarmaş dolaş uçan bir çift karasineğin esrikliğini gözucuyla da olsa
yakalayıp sevindi.
“Belimi fazla sıkmıyor musun; diye sordu dişi, incitici olmamasına özen
gösterdiği bir ses tonuyla; neredeyse kopartacaksın.”
“Bağışla; bir an, seni yitirme korkusuna kapılıverdim nedense.”
“Bir sineğim ben de senin gibi, düşecek olsaydım bile zarar görmezdim
ki.”
Ön bacaklarını biraz gevşeten erkek, “Doğru ya,” dedi kendi kendine;
“… ne aptalım; bunca yıl hiçbir dişiye sarılmazsan, böyle sersemce
davranırsın işte!” Boynunda gezinip duran dişinin elleri, doğduğundan beri
tatmadığı, düşünü bile kurmadığı duygusal kıpırtılar yaydı bedenine
dalga dalga. Ta ki güneş yeryüzünün bir başka yerinde ışımaya başlayıp
yıldızlar üçer, beşer belirginleşene değin, kanatlarını çırptı, çırptı,
çırptı erkek sinek. Yaşamakta olduğu gizemli duygusallık, dişinin, “Biraz
fazla uzaklaşmadık mı çiftlikten?” sorusuyla, çiğ taneleri gibi
darmadağınık bir biçimde saçıldı yeni sürgün vermiş buğday tarlalarının
üstüne.
“Sen de mi?” derken, diºiyi sarmalayan bacaklar az da olsa gevºeyiverdi
istemeksizin.
“Ben de mi, ne?”
“Sen de mi kapalı uzamları yeğleyenlerdensin?”
“Hem daha sıcak ve az nemli, hem de daha bol yiyecekle dolu öyle
yerler.”
“Beş kuşaktan beri aynı şeyler söyleniyor. Ne var ki, kümede doğagelmiş
onca sinek arasında bir tek benim diri kalan. Bunun bir anlamı yok mu
indinde?”
“Belki de haklısın.”
“Belki de mi?”
“Sanırım haklısın.”
“Sanırım mı?”
“Yani, haklısın.”
Son ‘haklısın’ sözcüğünü duymasıyla birlikte, dişiye eskisi denli
sıkıca sarılıp, kanatlarını devinimsizleştirdi erkek. Yere doğru süzülmeye
başlayan iki beden, yelin yumuşacık kolları arasında bazen yukarılara
taşınmakta, bazen, minicik hava burgaçlarına kapılarak yel gülleri bir
dönüş durmakta bazen de bir noktada sanki hiç kıpırdamaksızın asılı
kalmaktaydı. Yeniden yakalanmıştı işte az önce yiten duygusallık.
Erkeğin sıcacık soluğunu tam ensesinde duyabileceği konumu yakalayana
değin, kendini kavrayan bacakların arasında devindi dişi. Yeryüzüne bir
ağaç boyu yaklaştıkları bir anda, tam her ikisi birden kanatlarını
vurmaya başlamışlardı ki, içine doğru kayıverdiğini duyumsadı erkeğin.
Döllenmeye hazır yumurtalarını, ilk kez sıcacık bir sıvı sarmaladı. O
esriklikle, kanatlarını kımıldatmayı falan boşlayıp, baygın bir biçimde
bırakıverdi kendini bedenine dolanmış güçlü bacaklardaki dinginliğe.
Nice sonra, bir makinin dikenli yaprağına konmalarını usulcacık ve
tehlikesizce sağlayan erkek sinek, bitkinin tam dibindeki yaban
sıklameninin pembe taç yaprakları arasına yerleşmelerine de önayak oldu. İncecik
cinsel organı, hâlâ dişinin içindeydi ve dişi istemediği sürece de
birbirlerinden ayrılmaları olası değildi.
Esrikliğini ağır aksak alteden dişi sinek, “Üşüyorum; dedi; “… kapalı
bir yer bulsak mı?”
Bir yandan, “Daha az önce haklı olduğumu söyleyen oydu oysa!” diye
düşünen erkek, öte yandan da kanatlarıyla bedenini, ön bacaklarıyla başını
kesintisiz okşadığı dişinin yakınmalarını engellemeye çabalıyordu
sanki. “Ya şimdi nasılsın?” diye sordu bir süre sonra.
“Daha iyi; ama bir dam altında gecelesek?”
“Ben şimdiye değin hiç öyle yerlerde…”
“Biliyorum; ancak artık sen eski sen olamazsın ki. Döllediğin
yumurtalarımızı ve onlardan çıkacak olan çocuklarımızı düşünmen gerekir artık.”
“Buradan daha sıcak yerler de bulabiliriz onlar için. Bu gecelik
kalalım burada. Kendimi bildim bileli yaşaya geldiğim esenliği paylaşmak
istiyorum. Biliyorsun; sen benim ilk…”
“Benim de ilk ilişkim bu ve her şey olağanüstüydü; ama benim daha
güvenceli yerlerde, daha bol ve kolayca beslenmem gerekecek bu evrede.
Onlarca yavru sineğin geleceğini tehlikeye sokmamız biraz bencillik olmaz
mı?”
“Yeğleyişlerimde haklı olduğumu daha biraz önce biraz önce söyleyen sen
değil miydin?”
“Yine söylerim; kendi açından haklısın sen. Ne var ki, türün sürmesini
sağlamak söz konusu olunca, haklılığın benimsenemez.”
Erkek sinek öfkelenmediyse de bir yerlerinde bir şeylerin şangır mangır
kırıldığını, parçalandığını duymaktaydı. Dişinin içinden çıkabilmek
için kendini zorladı ama beceremedi. Erkeğin deviniş gerekçesini
duyumsayan dişi sinek, “Hiç değilse sabaha değin içimde olman gerekiyor.” dedi
ve ekledi: “Çocuklarımızın sağlığı açısından.”
Ne yapacağını şaşırdı erkek. Hayır, artık sevmiyordu onu; ne var ki,
alıp başını gitmesi de olanaksızdı. Yaban sıklameninin yaprakları
arasından yavaş yavaş yukarılara doğru tırmanmaya başlayan dişi sinek, erkeğin
umarsızlığından yararlanmaya ve kapalı bir uzamda onunla birlikte
sabahlamaya kararlıydı; “Haydi,” dedi; “… inat etme artık.” Devinimlerine
yardımcı olmayan erkeği sırtında taşımaktan ötürü duyduğu yorgunluğu
sezdirmemeye çabalıyordu. Çiçeğin tam ucuna ulaştıkları anda, kanatlarını
olağanın birkaç kat fazlası hızla çırpmak zorunda kaldı. Erkek,
havalanmalarından kısa bir süre sonra, istemeksizin de olsa kanat uydurdu en
yakınlarındaki ışıklardan yana yönelmiş eşine. Dışarı çıkmakta olan bir
kadının açık bıraktığı kapıdan içeri doğru süzülürlerken, tüm duyu
organlarının neredeyse köreldiğini, kendini bildi bileli süregelmiş
esenliğinin çok gerilerde kaldığını duyumsadı.
“Ne güzel; bak sıcacık burası; öyle değil mi?” diye sordu dişi harıl,
gürül yanan sobanın borusuna yakın ahşap çatı kirişlerinden birine
tutunmasının ardından.
“Hıı.” diye bir ses çıkarttı salt yanıt vermiş olmak için.
“Hadi, surat asma; en güçlü en sağlıklı çocuklar bizlerinki olacak.
Çekinmeyi gerektirecek denli kötü de sayılmaz buralar. Kimileyin kırlara,
çiçeklerin arasına falan gideriz nasılsa.”
Artık söze söz ekleme gereği bile duymaz olmuştu. Az önce üstünde
konakladıkları yaban sıklameninin uçarı ve şakrak kokusunu anımsamaya
çabaladı. Gözlerini ışığa, kulaklarını seslere kapatmadan, sıcak odadaki
kadınla erkeğin konuşmalarına bir süre kulak kabartıp, “Siz de bizler
gibisiniz; sonu gelmez tartışmalar!” dedi kendi kendine.
Sabaha değin, örümcek ağlarında umutsuzca çırpındı, kertenkele
ağızlarında dağıldı durdu erkek sinek. Ne var ki, sabaha yakın sıralar gördüğü
düşler denli etkileyici değildi hiçbiri de: Günün ilk ışıkları içeri
sızmaktayken düşlerine kimileyin yapışkan kağıtlarda kollarının,
bacaklarının kopuşu, kimileyin soluksuz koyan zehirli gazlardan dolayı kan
tüküre tüküre ölüşü girince, irkile, sarsıla uyanıverdi. Salt söyleşmekten
kaçındığı için, hâlâ çiftleşmekte oldukları eşi, altlarındaki sobaya
evin kadını odunları yerleştirirken çıkan gürültüyle uyanana değin uzunca
bir süre devinmeksizin bekledi.
“Nasıl da deliksiz uyumuşum.” dedi dişi sinek, ön ayaklarıyla yüzünü
temizlerken.
“Ayrılsak mı artık?” oldu ilk tümcesi erkeğin.
“Biraz bir şeyler atıştırana değin içimde durmanda yarar var;
çocuklarımızın sağlığı açısından.” deyip, kanatlarını kımıldatma alıştırmaları
yapmaya başladı eşi.
“Ne sıradanmış meğer!” diye geçirdi erkek içinden; “…Neyse ki geldik
sonuna.”
Yorganı aralayıp, yeniden yatmaya hazırlanan kadının kıpırtısıyla
uykusu dağılan adam pek isteklice olmasa da yataktan çıktı, tuvalete
yöneldi. İlkin, uzun uzun işedi, sonra da güçlü ve kocaman avuçlarında
biriktirdiği suyla yüzünü yıkadı. Odaya döndüğünde, daha on gün önce
evlendikleri karısıyla göz göze geldi. Yüzüne günün ilk ışıkları yansımakta olan
genç karısına, “Güneş, aydınlığını bu gözlerden mi alıyor?” diye sordu
gülümseyerek.
Adamın sözlerini duyan erkek sinek, “Ben bu duyguyu bir yerlerden
anımsıyorum.” diye düşünüp, kaygıyla başını salladı. O arada dişinin,
“Masanın üstündekilerden tatmak istiyorum.” demesiyle tutunduğu kirişi
bırakıvermesi bir oldu. Kapalı bir uzama her ne denli ilk kez girmiş idiyse
de, hiçbir şey erkeğe çekici gelmiyordu. Tek dileği, bir an önce
kurtulmaktı bu açmazdan.
Muşamba serili masanın üstünde, akşamdan kalma birkaç ekmek kırıntısı,
yarı yarıya dolu bir su bardağı, bir kül tablası, iki kahve fincanıyla
bir çay tabağı tembel tembel durmaktaydı. İniş noktaları olarak ekmek
kırıntılarını hedefleyen dişi sinek, ağzı ile dokunduğu hiçbir parçayı
yenilesi bulmayıp tabağa doğru yöneldi. Tabaktan yayılan koku, hiç de
doğal gelmedi erkeğe; “Dokunma o tabağa;” dedi; “… içinde zehir
olabilir.”
“Dışarılarda yaşaya yaşaya, her şeyden kuşkulanır olmuşsun sen de.Benim
iyice beslenmem gerekir çocuklarımızın…”
Dişi sinek, tümcesinin sonunu getirmeyi bile beklemeksizin hortumunu
tabağın içine daldırdı. Ne var ki, sıvıyı emmesiyle birlikte, “ölüyorum;
kurtar beni!” çığlıkları atmaya başladı ardı ardına. Altı bacağını
birden zorlayarak dişiyi geri doğru çekmeye çabalayan erkek ne dişinin
içinden kurtulabiliyordu, ne de kasılıp gevşeyen, oradan oraya sıçrayan
bedenden ötürü kendi davranışlarını denetleyebiliyordu. Daha gün
batarken, birlikte olağanüstü duygular tattıkları bir türdeşinin göz göre göre
ölüp gidiyor oluşu, tanımsız acılara boğmaktaydı erkeği; “Çocuklarımız
için ha?” diyebiliyordu yalnızca ve ardı ardına; “Çocuklarımız için
ha?”
Zorlu çabaların sonunda zehirli sıvıyla dolu tabağın içinden kendisiyle
birlikte ölü eşini de kurtaran erkek sinek, derin bir soluk almaktayken,
yataktaki kadının adam cilveli cilveli fısıldadığını duydu:
“Belimi fazla sıkmıyor musun; neredeyse kopartacaksın.”
“Ben bu sözü daha önce duymuştum.” diye bas bas bağırdı erkek sinek;
ama adam, değil bir sineği, atılacak bir topu bile duyabilecek durumda
değildi o anda.
Kümedeki diğer sineklerin anlata geldiklerini anımsamaya çalıştı bir
an: Kurtuluş yoktu. Ya kendisi de ölene değin taşımakla yükümlüydü eşini,
ya da o ezgi dolu süreyi kısaltmayı yeğleyecekti. Hiç zaman
yitirmeksizin havalanıp, suyla dolu bardağa değin uçtu. Başını, iyiden iyiye gömdü
suya. Emmeyi kesintisiz sürdürmekte olduğu sıvı hücrelerini
çatlatırken, yataktaki adamın, “Bağışla; seni yitirmekten korkuyorum.” dediği
çalındı kulağına. Yaban sıklamenlerinin uçarı ve şakrak kokularını
anımsamaya zorladı kendini.