Masanın üstündeki küçük karton kutuyu kadının önüne doğru sürdü adam. Kadın, acemice bağlanmış ipi coşkuyla çözdü.
Bağlı olduğu sürece, kutu kenarlarına ve düğüme denk gelen bölümleri acımış durmuştu ipin. Özgürlüğünü sağlayan kadına kocaman bir öpücük gönderdi. Ne adam duydu şapırtısını öpücüğün, ne de kadın o sesin çıktığı dudaklardaki devinimi yakalayabildi. Gerçi kocaman olmaya kocamandı, ama yine de ancak o incecik ipin dudaklarıyla orantılı bir kocamanlıktı öpücüğünki. Umduğu olumlu tepkiyle karşılaşamayınca, bir süre süklüm püklüm dolaştı kutunun çevresinde. Sonra birden, karşı masanın altında pinekleyen kısa tüylü tekir bir kedinin yanağına yöneldi.
Kadının tüm yüzüne yayılmış olan coşku, kapağı kaldırıp da kutunun içine şöyle bir göz atmasıyla birlikte donuverdi. Hızla ve sertçe kapattı kadın üst parçayı. Sanki, dışarı kaçmaya hazırlanan bir şeyleri yerli yerinde tutma çabası içindeymişçesine sıktı parmakları kutunun çevresini. Bir ân, gözkapaklarını örtüp, yeniden kurdu görüntüyü usunda. Kutuyu bir daha açmaya yeltenemiyordu. Korku dolu gözleri adamınkileri aradı.
Faltaşı bakışlara hazırlıksız yakalanan adam, konuklar için hazırlanmış pastayı yerken basılan bir çocuk denli sıkıldı. Önce pembeleşti, sonra da kızardı gözlerinin yanakları.
Yıllardır, her ne zaman ürküverse kekemeliğe boyun eğerdi kadının dili. ‘Ne’ sözcüğüne takılan dil, küçük, pembe dudaklar arasında devinip durmaktaydı şimdi de:
“Ne…? Ne…? Ne…?”
Bir türlü, ‘bunlar’ sözcüğü çıkıvermiyordu parlak, aydınlık dişlerin ortasından. Minicik eller, istenç dışı bir titremeye pes edip, kavradıkları kutuyla birlikte yaşadıkları depremsi sarsıntılara tutsak oldular. Kadının gözleri, zikirdeki dervişlerin kesintisiz ve eş aralı devinimleri benzeri bir dizem tutturmuş, kutuyla adamın kaçak bakışları arasında zıplayıp durmaktaydı. Neden sonra, derli toplu bir tümce kurmayı becerdi kadın:
“Ne bunlar?”
Gücünü toparlayabilse, kolunu kaldırabileceğine bir inansa, kızılımsı sakallara doğru inmekte olan koyu kahverengi saçları aralayıp, adamın kulakları yerlerinde mi değil mi bakacaktı.
Paketi hazırlamaktayken de, kadına uzatırken de, böylesi tepkilerle karşılaşabileceğini hiç düşünmemişti adam doğrusu. Çocukluğundan beri, her ne zaman köşeye sıkışacak olsa, ayak başparmaklarını oynatmaya sığınırdı. İşte kımıl kımıldı parmaklar yine ayakkabılar içinde. Bir ân denetim dışı kalan çocuksu gözbebekleri, tıngır mıngır düşüverdi masaya. Ne yaacaklarını bilmeksizin kül tablasına doğru yöneldiler önce, sonra sigara paketine, çakmağa, çay bardağına… Bir ara, kadının kutuyla birlikte sanki horon tepmekte olan parmaklarının arasında asılı kaldılarsa da, kesintisiz sürüp giden titreşimin yarattığı yorgunluktan ötürü, kül tablasının dış yüzeyindeki aptal bira markasına sığındılar sonunda.
Sorusunu yineleme gereği duyan kadın, bu kez hiç zorlanmadan art arda sıraladı iki sözcüğü:
“Ne bunlar?”
Adam, göz bebeklerini kül tablasından kopartıp yerli yerine oturttu. Sıkılgan bir gülümseyiş, ilkin dudaklarını, derken yanaklarını tutsak ediverdi kolayca. “Şeyy… kulak…” dedi yumuşacık bir sesle.
Aldığı yanıt, kadını yıldırmadı. Yeni bir umuda sığınma özlemiyle yanıp tutuşmaktaydı:
“Plastik ya da… ya da porselenden falan yapılmış şeyler ama… değil mi?”
Umutla umutsuzluk, havaya fırlatılmış metal bir paranın yazısıyla turası olmuş, ân be ân yer değiştiriyordu kadının gözbebeklerinde. Gözlerdeki karmaşa, ürküntü ve korku duyguları, adamın yanaklarına doğru hep birden saldırıya geçtiler sille tokat.
Yanaklarda bağdaş kurmuş oturan sıkıntılı gülümseyiş, yediği sert darbelere dayanamadı. O ara içeri girmekte olan cılız, sivilceli bir kızın kapıyı açık bırakmasını fırsat bilip yere atlamasıyla sokağa seyirtmesi bir oldu.
Sert, ıslak sonyaz yeli, geleni geçeni sarsmaktaydı sokakta. Kapı dışarı kaçan gülümseme de payına düşeni aldı ayazdan; çelimsizliği, esen yele boyun eğdi. Karşı kaldırımdaki kestane ağacının gövdesine çarpıvermesiyle, darmadağın olan paracıkları kar taneciklerinin arasına saçıldı.
Bu kez de, ‘değil mi’ sözcüklerine takılı kalmıştı kadının bebek dudağı rengindeki dili:
“Değil mi?… Değil mi?… Değil mi?…”
Yanıt vermek için, onuncu ‘değil mi’ye değin beklemeyi kurdu adam kendi kendine. Yedi… Sekiz… Dokuz… On!
“Değil; plastik falan değil onlar.”
Kadının kolları birden masadan kurtulup hızla kucağa doğru kayınca, kutu da minicik bir tık sesiyle masanın üstüne yerleşti. Geçirdiği yoğun sarsıntılardan dolayı her köşesi sızlamaktaydı. Kendini toparlayabilmek için birkaç kez gerinmenin ardından rahatladı, dinginleşti kutu.
Az önceki depremin ürküntüsünü hâlâ anımsamakta olan parmaklar avuçların ortasına doğru kıvrılıp, birer yumruğa dönüştürdü kadının ellerini. “Kutudakiler… gerçek… bir… çift… kulak… mı… yoksa…?” diye sordu, her sözcüğün arasına iki, üç saniyelik boşluklar sokarak kekemeleyişine engel olmaya çabalayan kadın.
Sorudaki sözcüklerden birine takıldı kaldı adamın usu: Gerçek… Ne demekti ‘gerçek’? ‘Uydurma olmayan’ mı? Us, kafede gezinmeye başladı sorgular bir biçimde. İki yana dizili duran masalar, ahşap benzeri bir nesneyle kaplıydı. Uzamı aydınlatmada kullanılan düzenek, tüm benzerleri gibi, gün ışığının zayıf mı zayıf bir yansılamasıydı ancak.
Çerçevelenip de duvara asılmış donuk renkli dev posterlerdeki dağlar, akarcalar, bulutlar sıkıntıdan patlamak üzereydiler; hangi gerçeği beceriksizce çağrıştırmaya uğraşmakta ve ne oranda başarmaktaydılar ki bunu? Dört bir yanın duvarlarında pinekleyip duran ak badanalı sıvalar bile, altlarındaki ‘tuğla’ gerçeğini gizlemeye çabalamıyorlar mıydı? Ya plastik koltuklarda oturmakta olan şu insanlar? Ya onlar ‘gerçek’ miydi? ‘İnsan’ denilen o sevilesi, sayılası ‘tinsel hedef’ in çok, hem de çok kötü birer öykünümü değil miydi oncağızlar da?
Ortalıkta serserice salınıp duran usunu yeniden başına devşirip, “Kutunun içindekiler, gerçek bir çift kulak.” dedi adam. Birden, göz kaslarının iyiden iyiye rahatladığını, alnındaki kırışıklıkların yumuşadığını, gerilmiş yanaklarının gevşediğini duyumsadı. Dahası, dudaklarını bile ıslattı diliyle. Damakta iki, üç kez dolanan dil, ağızda tortusu birikmiş nikotin tadını azaltıp, yerli yerine oturdu. Süzgecine vardı varacak sigaradan iki yeni soluk çekti ciğerlerine. Sonra da, tablanın ortasına bastırarak ezdi sigarayı adam.
İzmarit, tablada dinlenen eski dostlarına kavuşunca birden sevindi. “Kurtulduk artık!” dedi; “…Artık, son durağa yaklaşıyoruz.”
Tıslama benzeri cılız bir ses, kadının ağzından kafenin dumanlı havasına dağıldı:
“Yoksa, senin mi o kulaklar?”
Yüreği, ağızdan çıkan sesin güçsüzlüğüne inat, bas bas bağırmaktaydı oysa:
“Tanrım, hiç değilse onunkiler olmasın!”
Kulakların bulunması gereken yerlerde dolanıp duruyordu hâlâ kadının gözleri. Bakışlar, sanki saçları delip, onların altını görebilmek için didinmekteydi.
Böylesi bir soru beklemiyordu adam, şaşırdı. Başka birinin kulaklarının ne işi olabilirdi onların masasında? “İyiden iyiye sayrı bir paralı askerin bile sevdiğine sunamayacağı bir armağan olsa gerek başkasının kulakları.” diye düşündü. Soruyu, kadının şaşırmışlığına verdi.
Onun muydu kutudaki kulaklar? En azından, bir süre öncesine değin saçlarının arasında durup durmaktaydılar. Gerçi artık pek onun sayılmazlardı; ama bir başkasının oldukları da söylenemezdi. Sonuçta, armağan edildikleri kişi onları benimseyene değin, “Bu kulaklar benim.” diyebilirdi adam.
“Evet,” dedi; “…benim kulaklarım.”
Bir süre önce ellerde yaşanagelen deprem, bu kez de kadının bedenini tepeden tırnağa sarmalamaya başlamıştı. Şaşkınlık duygusu, gözlerden aşağılara doğru dalga dalga yayılıp, yüzde yerleşebileceği rahat bir yer aramaya çıktı. Ağızda karar kılmış olsa gerekti ki, altlı üstlü açtığı dudakların ortasına bir güzel kuruldu. Karşısındakinin bocalayışı yoğunlaştıkça, adamdaki acıma ve kendini kargışlamalar da doğurganlaşmaktaydı: Keşke getirmeseydi buraya kulaklarını! İyi de, ne yapabilir, kime verebilir, nereye koyabilir ya da hangi çöplüğe atabilirdi ki onları? Ne de olsa, kendisinin birer parçasıydılar. Sevdiği birine armağan edilmelerinin dışında herhangi bir seçenek şimdi bile gelmiyordu usuna.
“Şeyy…” dedi adam yüz kilo yük altında kalmış bir sesle; “…Bir haftadır telefon tellerinden aşağı inmediler de… O ara donmuşlar işte. ‘Hava soğuk; üşürsünüz.’ diye çok uyardım ama sözümü geçiremedim. Telefon etmeni, ta dışarılarda, tellerde bekleyip dururlarken donakalmışlar bir gece. Ben de, sana armağan ederim, sevinirsin diye getirmiştim onları buraya.”
*
İlkin, bu yazıların yer aldığı bir tomar teksir kâğıdını, sonra da acemice bağlanmış küçük bir karton kutuyu kadının önüne doğru sürdü adam.